Bir grup arkadaşın çember oluşturup voleybol topuyla pas yaptığını düşünelim. Eğer bu insanların topu yere düşürmeden sürekli pas yapabilmesi için illa topu yere düşürenin oyundan çıkacağını söylememiz gerekiyorsa ortada ciddi bir amatörlük var demektir.
Profesyonel olana, bir kez bile topu yere düşürürse oyundan çıkacağını söyleminize gerek yoktur. Çünkü o, aslolanın "oyunda kalmak" olduğunu bilir. Bunun bilgisini voleybol dışındaki herhangi bir alandan almıştır. Ve o bilgiyi alıp voleybola uygular.
Voleybolu çok iyi oynamasının ilk şart olmadığını bilir profesyonel olan. Her şeyi mükemmel yapamayacağının farkındadır. (Her şeyden kastımız "her şey"dir.) Ama asıl meseleyi ıskalamadığı için voleybol topu elinde eğreti durmaz. İşte hayatında ilk defa voleybol topu gördüğü halde bu topa ve onunla oynanan oyunlara anında adapte olabilen kişilere "Ayvaz" diyoruz.
Vizontele Tuuba filmindeki bir sahnede köyün ileri gelenleri köylerine kütüphane müdürü geldiği için seviniyorlar. Sonra içlerinden biri "Demek bir de kütüphanemiz olsa, işte bitti" diyor. Kütüphane müdürünün karısının "Yok mu?" sorusuna köylülerden biri "Maalesef. Daha ilk defa bir muhabbette adı geçiyor" şeklinde cevap veriyor.
Demek ki öncelikle bir şeyin muhabbette adının geçmesi lazım. O şey en başta bir tohum gibi dilimize girecek, orada yerini bulacak. Sonra hayatımıza nüfuz edip filizlenecek. Sonra kökleri o kadar sağlam bir ağaç haline gelecek ki hiçbir "teknolojik aletin" onu oradan sökmeye gücü yetmeyecek.
İşte "Ayvaz" bu şekilde önce dilimizde, sonra hayatımızda yer edinmesi gereken önemli bir kavram. Hatta tohum olarak yüzlerce yıl önce dil toprağımıza atılmış, kocaman ve kökleri çok derinlere giden bir ağaç haline gelmiş. Fakat onun köklerine musallat olmaya çalışan bir hastalık var adı: "Almaz".
"Almaz", yüzlerce, binlerce kez voleybol oynadıktan sonra bile voleybol topunu görünce hayatında ilk kez voleybol topu görüyormuş gibi bakıp eli ayağına dolaşan insanlara denir.
Madem ilk örneği Vizontele filminden verdik onunla devam edelim. Vizontele'nin birinci filminde, oğlunun şehit olduğu haberini televizyondan aldığı için, televizyonu lanetli, uğursuz, zararlı bir şey olarak görüp, toprağa gömerek bütün köyü televizyondan mahrum bırakan Siti Ana "Almaz"dır mesela.
Bütün bunları "Ayvaz" gören masum bir köylü olarak söylüyorum. "Ayvaz" ve ona benzer kelimelerimizin evvela muhabbette adının geçmesi için uğraşmak lazım. Kütüphane müdürü gelmeden, kütüphanenin kurulması ve içine cilt cilt kitapların yerleştirilmesi lazım.
Önce adını duyacağız, sonra boy boy "Ayvaz"lar göreceğiz. Belki birkaç nesil sürecek, belki duyanların hepsi özümseyip bu kelimeleri yaşayamayacak ama "festina lente" (ağır ağır acele et) fikriyle bu kelimeler hayatımıza girerse bir şeyler değişmeye başlayacak.
O çok şikayet ettiğimiz eğitim sistemimiz ancak bu şekilde değişir. Yerli üretim yok diyoruz ya ancak bu şekilde olur. Şikayet ettiğimiz ne kadar şey varsa ancak bu şekilde düzelir. Hangi şekilde diye sorana: Bu şekilde işte...
Yahya Kemal diyordu ya "Biz Mesnevi okuyup pilav yiyerek Viyana kapılarına dayandık" diye, doğrudur. Niye pilav yiyemez olduk diye soranlar için: Kaşık Mesnevi'nin içinde, bir zahmet uzanıp alalım.
Bu kaşık ağaçtan oyulmuştur. Ama ağaçtan oluşu sizi sağlamlığı konusunda yanıltmasın. Çünkü içinde "Ayvaz" gibi kelimelerin kök saldığı bir ağaçtan oyulmuştur. Shakespeare'in kitaplarındaki kılıçla yüzyıllardır vuruyorlar ha vuruyorlar da bir türlü zarar veremiyorlar bu kaşığa.
Kaşığın ne işe yaradığını bilmek, varlığını unutmamak, bir gün pilav yiyebilmek için ilk şart. Matrix filminde kaşığı bükmek için aslında kaşığın olmadığını düşünmemiz gerektiğini söylüyordu. Şu an bizim işimiz kaşığı bükmek değil. Ben Matrix filminden önce İbn Abbas'ın soyut olanı anlayabilmek için önce somut olanı algılamak gerektiği fikrine kulak vereceğim. Kaşık bal gibi de vardır ve topu düşüren yanıyor.
Nizamettin Hayyam VURAL
YORUMLAR