Çok Geç

Behzat Malumaka

-Alo? 
-Çok geç! 
(dııt dııt dııt)

Bir kaç saniye heyecan içinde telefona baktı. "Ulan siz beni tanıyor musunuz?" dedi. Biraz durduktan sonra, "Ben kendimi tanıyor muyum sanki... Ben kimim ki!" Saksıdan uçan şebboy yapraklarından biri uçarak suratının ortasına oturdu. Dudağını domuşturup sağ gözünün torbasına kaymakta olan yaprağı üfledi. Yaş kırktı. Bir çılgınlık yapacak vaziyeti çoktan kaybetmişti.

Saatin kaç olduğunu bilmeden uyuşuk tavırlarla çatıdan inip evin balkonundan odaya girdi.  Sonra evin uzunca koridorundan lavaboya doğru yürürken, hangisi benim, ben kimim? diyerek mırıldanmaya devam etti.  Lavaboya varınca aynada kendini ilk defa fark eden kediler gibi biraz kendisiyle bakıştı. Üzerinde hüküm sürebileceği birkaç saksı çiçekle beraber, beslediği birkaç kedisi vardı. Henüz kendine gelememişti. Yüzünü yıkamak için lavaboya doğru zikzak çizerek yürüdü. Uyandıktan sonra aklına ilk gelen şey dün gece ki esrarengiz telefondu. Lavaboya girerken rüya mıydı acaba diye düşünmeye başladı. Telefonu da aynanın önündeki dolaba diklemesine yerleştirdi. Aklına titreşimi sayesinde çalarken yürüyen eski telefonlar geldi. Hadi anam yürü dedi kısık sesle. Bu kendisine sebepsiz komik gelince heyecanlanarak "Yürrrrüüü anamm..." diye bağırdı.  Telefon birden titreşip yürümeye başladı. Bir anda suratındaki kaslar yerine oturuverdi. Kafasını ekranı görebilmek için telefonun koşu yoluna, dolabın dik sütunu ile telefon arasına çaprazlama sokuşturdu. Numarasını gizleyen şahıs yine arıyordu. Telefonu kaptı hemen yeşil tuşa bastı. Yaklaşık on saniye boyunca karşı tarafı dinledi. Hiç bir ses gelmiyordu. Lafa girmeden duramadı. Tırnaklarını kemirmeyi bırakıp konuşsana diye çıkıştı. Aloooo, diye bağırdı. Ses yok… Sonra bir muhatap bulmanın verdiği sevindirik halle dökülmeye başladı. 

“Yine mi çok geç? Bu aciz adam hiç bir şeye yetişemedi ki zaten. Ölüme bile geç kalırım ben. Konuşsana kardeşim.”

Sonra susmakta zorlandığını fark etti. Hayatına iştigal eden bu sürprize karşı kayıtsız kalamadı. Yalnızlığını silip süpüren bu saçma bağı koparmak istemedi. “Çok geç demi abi.” dedi teslim olmuşçasına. “Tam bir kaybedenim. Ev yok, araba yok. Kahvaltı bile yok. Simit yemekten susam manyağı oldum. Ne bir hoş geldin var, ne de sıcak bir gülümseme. Her şey için çok geç. Altı patlarım olsa da kafama sıksam. Ölmek için bile çok geç demi abi.” Telefondan bir tıkırtı sesi geldi. Susup ahizeyi kulağına yapıştırdı. Nefes almadan gelen sesleri duymaya çalışıyordu. Tıkırtılar son buldu.

 “Çok geç ama…” dedi karşıdaki ses ve görüşmeyi sonlandırdı. 
“Hayda… Bak şimdi.” dedi.

O güne dek neye geç kaldığını düşünmeye başladı. Dünyanın en yalnız adamına yapılacak bir şaka değildi bu. Biri benimle alay ediyor olmalı diye düşündü. Ana yok baba yok. Akraba bile yok. Günlük görüştüğü tek adam var o da mesai arkadaşı Şevket. Beraber çöp kamyonunun arkasına yapışıp şehrin pisliğini temizliyorlar. Şoförle bile muhabbetleri yok. İki yıllık üniversite mezunu olduğu için bu iki çöpçü parçasını iplemiyor. Düşündü ve arayan Şevket olamazdı çünkü onun aklı ermezdi böyle işlere. Enseye şaplaktan öte bir şaka beklemiyordu ondan. Şevket ağzını açtığında sadece çektiği acılardan bahsederdi. Şevket de Dolores... Şevkete yazdığı şiirin adı buydu. Şiir için Şevketi merkeze almıştı ama yine de kişi kendinden bilir işi. Şiir şöyle başlıyordu:

Usandım usanmaktan. 
Bir yanımda kokuşmuş çöplükler
Bir yanımda kekremsi Şevket.
Mutlu edemez onu en mutlu dörtlükler.

Para mı, yara mı ona ne gerek? 
Şevket, kirli Şevket…
Temizliyor şehri 
Tüm pislikleri içine süpürerek.

Korkunç yalnızlığından tüm polisiye temalı içerikleri tüketmesi hasebiyle manyakça şeyler kurgulayıp keyif alıyordu. Sabaha kadar telefonun başında bekledi. Yemeden içmeden kesildi. Bir gün bir çöplükten çıkacak cesedi bekliyordu hep. Hayatında bir çıkıntı görememesi kadar azap verici çok az şey vardı. Sırf bir önceki günden farklı olsun diye yolunu uzatırdı. Birden durur etrafı izlerdi. İlerleyen yaşıyla beraber, onu tutsak eden çember daralıyordu.

Aslına bakarsanız bu meçhul aramalar epey güzel şeylerdendi onun için. Bir sonraki görüşme için olası ihtimalleri gözden geçiriyor kendini başka bir işe veremiyordu. Sabaha doğru uyuyakaldı ve ertesi gün işe geç kaldı. Bir hışımla uyandı. Hemen telefonu kaptı. 10 cevapsız arama ve Şevketten bir mesaj vardı. Mesajı açtı:

“Salih, patron seni soruyor neredesin sen?” 

Hemen patronun numarasını çevirdi. Rehberde kayıtlı değildi çünkü zaten arayabileceği bir kaç kişiden birisiydi. Numaraları kaydetmek yerine ezberinde tutuyordu. Patronu yani beraber çalıştığı kamyon şoförü telefonu açtı. “Alo nerdesin lan sen? Hemen merkez karakola gel. Senin yüzünden yine pisliğe bulandık. Manyak mısın olum sen nasıl kıydın adamcağıza?”

Sesin uzaktan geldiğini fark edip hoparlörün açık olduğunu anladı. Normalde genizden çıkan boğuk sesini diyaframdan aldığı kontrollü bir nefesle kalınlaştırdı ve “Çok geç!” dedi. Telefonu kapattı. Kısa süreli bir şaşkınlıktan sonra suratına çok anlamlı ve derin bir ifade oturdu. Bir suçlu olmak için bile kendini yetersiz bulduğu hayatında muhteşem bir fırsat olarak gördü bunu. Nihayet kaybedebileceği bir şeyi keşfetmişti. Tez canla en mantıksız kararını aldı. Ne yaptığını biliyormuş gibi bir hali vardı. Elleriyle başını çevreleyerek dudaklarını ısırdı ve bir kaçış planı yapmalıyım, dedi. Polis peşimde! Buraya gelmiş olmalılar, dedi ve kapıya yöneldi. Polis telefonun sinyallerini takip ederek eve bir baskın yapmıştı. Kapıya baktı ve kırık olduğunu gördü. Salih o gece de çatıda yattığı için polis onu bulamamıştı. Tekrar çatıya çıktı. Polis halen sinyalleri takip ediyorsa buralarda bir polis olmalı diye düşündü. çatıdan sarkıp kafasını aşağıya uzattı. Kimse yoktu. “Aptallar!” diye bağırıp, kahkaha atmaya başladı. Yanına mümkün olduğunca az ve lazım şeyleri, yani tırnak makasını, seyahat yastığını ve biraz kedi mamasını alıp koşarak evden çıktı. Telefonu ve hattını tam imha edecekti ki dün yaşadığı faili meçhul aramalar aklına geldi ve hattı kırmaktan vazgeçti. Hattını telefondan çıkardı ve telefonu imha etti. Arka cebinden çıkardığı kepini kafasına geçirdi. Saklanacak bir yer bulmalıydı. Bu küçük şehirde pek kaçacak yer yoktu. Hızlıca kapıyı çekti ve evden ayrıldı. İki sokak aşağı inmeden polisler tarafından enselendi ve karakola götürdüler. 

Şişman ayva göbekli bıyıklı polis kalıbından beklenmeyecek tizlikte sesle “Salihciğim merhaba!” dedi. “Ne yapıyorsun Salih? Nereye kaçıyordun evladım? Öylece bayır aşağı koşup çıkıp gidebileceğini mi sandın?” Salih sessiz kalınca diğer polis devreye girdi. “Salı gecesi neredeydin? Ne haltlar yedin lan sen?” O esnada Salih, kendisini cool göstereceğini düşünerek ağzının içinde dilini gezdirip polislere donuk bakışlar atıyordu. Son saatlerde hiç konuşmadığından çatallaşan çok kısık bir sesle, “Yalnızlık nedir bilir misiniz?” dedi. Polis, “Nee? Ne diyorsun lan?” dedi ablak bir ifadeyle. Salih ihtişamını kaybetmemek için genzini temizledi ve Polisin kolundaki saati kaş ve göz kombinasyonuyla işaret edip “Yalnız adam saat takmaz. Onun için zamanın pek bir önemi yoktur. Randevüsü yoktur ve kimseyle müzakere etmez. Öylece hayatı izler. Zaman ve mekan ipi sallar da o, bir türlü döngüye girip dansını edemez. Yarı ölüdür ve canlı olan diğer yarısı için mücadele etmek istemez.”
 Salih’in söz ve tavırları üzerinde emanet gibi durunca polisler birbirilerine kısa bir süre bakıp  Salih’in dosyasına döndüler. Meslek, çöpçülük. Bekar ve kimsesiz. Sicil, temiz. Yetiştirme yurdundan olması gereken zamanda ayrılmış. Eğitim durumu ilkokul...
Salih yine lafa girdi. “İnsan yaşadığı sürece neler yaşıyor. Şu Amerikan filmlerindeki terapi grupları yok mu? Bizde niye yok öyle şeyler? Ölüyoruz anasını satıyım yalnızlıktan. Şu küçük şehirde bir insan evladı olmaz mı gelsin, Salih desin ne yapıyorsun? Size de çok teşekkür ederim memur bey. İğrenç de olsa hatırımı sordunuz.

(Devam edecek.) 
Behzat MALÚMAKA 11.06.2022 (Proje 99)