Mazhar F. Gür

Mazhar F. Gür


Büyük Kaçgun'un Travmatik Etkileri

10 Mart 2022 - 16:30

Atalarımız çok ciddi travmalar yaşadı: Savaşlar, isyanlar, darbeler, çevre felaketleri… Geriye dönüp bir baktığımızda yüzlerce travmayla karşılaşıyoruz. Özellikle 16. ve 19. yüzyıllar arasındaki dönemde toplumda derin izler bırakacak şeyler yaşandı.

Kıtlığın da etkisiyle ve artan nüfusun ihtiyacını karşılayacak kadar üretim yapılamamasıyla tetiklenen ekonomik kriz, Celâlî İsyanları’na ve Büyük Kaçgun’a neden olmuştu. Kültür buna müsait olmasaydı aynı ekonomik problemler, isyanı ve sonrasında yaşanan felaketleri doğurmayabilirdi. Örneğin Alman toplumu, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan ekonomik krizin nasıl üstesinden gelmiş inceleyebilirsiniz. 

Celâlî İsyanları'nın öncesinde, savaşların kaynakları hızla tüketmesiyle köylüden alınan ağır vergiler dayanılmaz hâle gelmeye başlamıştı. Köylünün tohumluk buğdayı bile elinden alınıyordu. Tüm bunların yanında doğal felaketler de üst üste geliyordu. Örneğin Bursa ve Balıkesir tarafında, 1525’ten 1527’ye kadar ki dönemde müthiş bir çekirge istilası yaşandı. 1528’de de ekinleri su bastı ve çiftçilerin çoğu tohumlarını bile kurtaramadılar. Küçük Buzul Çağı’nın getirdiği kuraklığın, çekirge istilalarının ve su baskınlarının sebep olduğu kıtlık, Büyük Kaçgun dönemine ilerleyişi hızlandırıyordu.

1550’ye gelindiğinde, çok sayıda insan köylerini terk etmişti. Zamanın hukuk dilinde “çift bozan” denen bu kimseler, “levend” ve “suhte” denen ayrı karakterde iki yeni tip insan zümresinin meydana gelmesine sebep olmuşlardı. Bu iki grup, tüm Anadolu’da ve Rumeli’de halkın can ve mal güvenliğine kastediyorlardı. 

Tarlalarını ve mallarını satmak mecburiyetinde kalan böylece geçim derdine düşen erkekler, evlerini terk ederek eşkıyalığa başlıyorlardı. İşte bu kimselere “levend” denir. Levendler zamanla üçer beşer kişilik gruplar halinde haramilik yapmaya başladılar. 

Geçim derdi, çocuk büyütmeyi de zorlaştırmıştı. Bu yüzden insanlar, çocuklarını eğitim sevdasından ziyade “bir boğaz eksilsin” diye medreseye veriyorlardı. 1550’li yıllarda, bütün medreseler tıklım tıklım doluydu. Bu büyük öğrenci kitlesinin çok azı, İstanbul'daki, günümüzün üniversitesinin karşılığı olan Sahn-ı Seman Medreseleri’ne geçmeye hak kazanabiliyordu. Dolayısıyla medreselerden büyük bir işsiz kitle türemişti. İşte bu kişilere de “suhte” denir.

Levendler ve suhteler, eşkıyalığı hayat tarzı haline getirdiler. Zaman zaman birlikte hareket ettikleri de oluyordu. Bu arada tımarlı sipahiler de yoldan çıkmaya başlamıştı. Birçok tımarlı sipahi, levendleri yanlarına alarak ayaklanmaya, soygun yapmaya, yol kesmeye başlamışlardı. Bu şekilde, levendlerle resmi hüviyet sahibi insanlar da birleşmeye başlamıştı. 1555’te, “Şehzade Mustafa” adıyla anılan bir şahsın etrafında toplanan on bine yakın insan, tamamıyla tımarlı sipahilerle levendlerin birleşmesinden meydana gelmişti.

Mukataaları ve padişah haslarını iltizam ile tutan zaimlerin, çavuşların birçoğu, levendleri yanlarına alarak evlere baskın yapıyorlardı ve topladıkları iltizam paralarının üzerine konuyorlardı. Bu taşkın gruplar, girdikleri evlerdeki kadınlara hatta oğlan çocuklarına tecavüz ediyorlardı. 

İsyan dalgası git gide büyüdü ve başta Orta Anadolu şehirleri olmak üzere tüm Anadolu’ya bir salgın gibi yayıldı. Devlet bu isyanı bastıramıyordu. Köyler talan edildi, köylülerin malına da canına da namuslarına da kastedildi. Köylüler yuvalarını terk edip dağlara sığınmak zorunda kaldı. Açlık, kıtlık ve şiddetin ortasında hayatta kalma mücadelesi… İnsanlar hayatta kalmak için ot yiyecek hale geldi.

Bu süreçten sadece köyler değil şehir ve kasabalar da nasibini aldı. Tarihçi Mustafa Akdağ, şehir ve kasabaların durumunu şöyle tarif ediyor:

“Ankara Şehri, Deli Hasan’a büyük bir fidye ödedikten 8 - 9 ay sonra, bir de Karakaş Ahmed’in Celâlî bölükleri tarafından kuşatılmış, bu azılı başbuğ, şehrin kale dışında kalan Karaoğlan – Samanpazarı - Karacabey Hamamı çizisi yanlarına düşen bütün çarşı ve mahallelerini insafsızca yakmış idi. Ege Bölgesi’ne doğru olan Afyon, Kütahya, Isparta ve öteki bir sürü kasabalar, ya yakılmışlar ya da ellerinde neleri varsa verip canlarını zor kurtarmışlardı. Kastamonu’yu da Yularkastı yaktı. Amasya, Tokat, Karahisarışarki ve Yeşilırmak yöresinin daha bir sürü kasabaları kalabalık eşkıya gruplarınca kuşatılarak aylarca aç-susuz kendilerini korumaya çalıştılar. Çoğunda evler, hanlar, dükkânlar, hatta cami ve medreseler Celâlîlerin çıkardıkları yangınlarda harap oldular. Kayseri’nin başına gelenler de Ankara’nınkinden aşağı olmamış, Orta Anadolu’nun o zaman Ankara’dan sonra en büyük ticaret ve endüstri merkezi olan bu büyük şehir, yıllarca Celâlîlerin saldırılarına karşı koymuş, açlık, hastalık, yangın gibi olaylar burayı da harabeye çevirmişti. Malatya, Harput, Maraş, Urfa ve öteki şehir ve kasabalar, aşağı yukarı bu anlattığımız yerlerdekinin birer aynı veya daha ağırından felâketleri yaşamışlardır.

Sözün kısası, Celâli Fetreti ve onu kovalayan daha yıkıcı bir devir olarak Büyük Kaçgun, Türkiye’nin toplum hayatını gerek dirlik ve gerek düzenliği yönlerinden yüzyıllar boyunca onaramayacağı kayıplara uğratmıştır.”

19. yüzyıla gelindiğinde bile ülkede bir toparlanma emaresi yoktu. Boşaltılan köylerde eski verimli topraklar, sadece kışın hayvan otlatılan kışlak sahaları halini almışlardı. Terk edilmiş verimli topraklar, sıtma hastalığı yayan geniş bataklıklara dönüşmüştü. Birçok şehir ve kasaba eski canlılığını kaybetmişti. Bazı kasabalar nüfus kaybederek birer iri köy haline gelmişti.

Bu kaos ortamı o kadar uzun sürdü ki, dağlara kaçanlar 30 yılı aşkın süre boyunca dağlarda kendi hallerinde, yeni bir hayat alanı kurarak yaşamak zorunda kaldılar. Bugün dağlık alanların ortasında, diğer yerleşim yerlerinden çok uzaklarda rastlayabileceğiniz köyler bu dönemin eseridir. Doğan Avcıoğlu’nun deyimiyle “kamyondan düşmüş çuvaldan saçılan patatesleri hatırlatan” köy düzeni işte böyle oluştu. Bebekler bu dağlarda büyüdü, otuzlu yaşlara ulaştı. Bu dağlarda büyüyenlerden oluşan Anadolu halkından nesil devam etti. Sonuç olarak atalardan miras olarak bu travmanın doğurduğu arızalı kodlar günümüze kadar ulaştı. 

Bu dönemdeki diğer bir sorun da uzun savaşlar yüzünden Anadolu’da sadece yaşlı ve kadınların kalmış olmasıydı. Çocukları, açlık korkusu içindeki kadınlar yetiştiriyordu. Açlık, kıtlık gibi zor durumlar ister istemez hayatta kalma reflekslerini devreye sokar. Mesela anneler çocuklara verdikleri yiyecekleri diğer çocuklara göstermeden yemelerini tembihler. İster istemez bencil bir tarz bünyeye yerleşir. 

Şöyle bir mekanizma var ki, tıpkı genetik hastalıkların nesiller boyu devam etmesi gibi bazı zihin örüntüleri de sonraki nesle aktarılır. Nesiller sonra açlık tehlikesi ortadan kalksa bile, ataların yaşadığı bu aç kalma korkusu torunlara geçer. Bu kültür kodlarının tezahürü biraz daha farklılık gösterse de kaynak kod baki kalır. Yani bencilliğin çeşidi değişse de bencillik derecesi azalmaz. Zengin olduğu halde misafire ikramda bulunmaya bile korkan insanların sayısı az değil. Çıkarına dokunulduğunda adalet, ahlak tanımayan sözde dindarların sayısı az değil. Bu durum, kültürel bir kalıtımın söz konusu olduğunun göstergesi olabilir.

Ataların travmatik deneyimleri, torunların zihin dünyasının şekillenmesinde etkili olur. Tüm vasıflı insanlarını savaşlarda kaybetmiş, uzun süre kıtlık yaşamış, aç kalmış bir nesilden gelen bir ahali meydana geldi. Bu direngen aç kalma korkusu, ekonomik durumunuzdan bağımsız olarak düşünce ve duygu yapınızı, aldığınız kararları şekillendirir. Bilime değil diplomaya, hikmete değil maddiyata kıymet vermenize neden olur. Diğerkâmlığı, cesareti öldürür; bencilliği, korkaklığı besler. 

Bu arızalı zihin kodlarının etkisizleştirilmesi mümkün. Çapsız insanların paçoz davranışlarının tersini yapmak, kullandıkları karamsar, agresif dilden uzak durup daha taze ve daha yapıcı bir ifade tarzı benimsemek işe yarayacaktır. Çünkü kültür kodlarının ana taşıyıcısı dildir. Dilin çıktısı da davranışlardır. Yeni bir dil ve yeni bir davranış modeli üstün yeteneklere kapı açacaktır.
Mazhar F. GÜR

Kaynak: 
1-Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası/Celâli İsyanları - Mustafa Akdağ
2-Türkiye’nin Düzeni/Dün, Bugün, Yarın – Doğan Avcıoğlu
Mazhar F. GÜR

YORUMLAR

  • 0 Yorum