Mazhar F. Gür

Mazhar F. Gür


Kasaba

17 Kasım 2021 - 07:06

Kasabada yeni bir sabah… Emre saat 7’de bakkal dükkanını açtı. Otomatik hareketlerle cipsleri, gazeteleri ve çöp kutusunu dışarı çıkardı; kasayı açıp kendini döner koltuğa bıraktı. Gözünü dışarıda belirsiz bir noktaya dikerek bir süre öylece hareketsiz bir şekilde durdu. Bu kasabadan kurtulmanın bir yolunu bulması lazımdı. Fakat şehre girebilmek için yeterli Entelektüel Seviye Puanı yoktu. Şehre giriş taban puanına ulaşabilmesi için bir yabancı dil öğrenmesi, kurula akademik bir konuda bir saat sunum yapabilmesi ve mülakatta alanla alakalı sorulacak soruların yüzde yetmişini cevaplayabilmesi gerekiyordu. Kuruldan geçer not almanın her babayiğidin harcı olmadığı söyleniyordu. Ancak canını dişine takıp gece gündüz çalışmış, gerçekten konusuna hakim olanların sınavı geçebildiği söyleniyordu.

Emre bir paradoksun içinde gibi hissediyordu. Kasabadan kurtulup şehre geçebilmesi için kendini geliştirip ESP'sini yükseltmesi gerekiyordu ama bu kasabada olduğu sürece de o puana ulaşması imkansız gibi geliyordu. Kasaba onu içine çekiyor, çiğniyor, yutuyor sonra kenara atıyordu. Biraz toparlanınca tekrar öğütüp posasını çıkarıyordu.

Dükkanın kapısından her zamanki gibi ilk giren Mehmet abiydi. Mehmet, yavaş hareketlerle dolaptan ekmek aldı ve kasaya yöneldi: “Sigara ver. Bir de şey almam lazım. Şey… Neydi adı?”. Emre donuk bir ifadeyle Mehmet'in yüzüne bakıyor, bu anlamsız durumu normal karşılamaya çalışıyor ama başaramıyordu.
-Neyi Mehmet abi?
-Yahu bulaşık yıkamak için var ya, sabun.
-Bulaşık deterjanı mı?
-Hah ondan ya, adını getiremedim.
-Vereyim abi.
Mehmet deterjanı ve sigarayı tezgaha koyunca adam, sigara paketine böcek görmüş gibi tuhaf bir yüz ifadesiyle baktı.
-Bu ne?
-Sigara istedin ya!
-Ben bunu mu içiyordum?
-Abi sen iyi misin? Her zaman aldığın sigara işte.
-Allah Allah. Benim kafa iyi değil bugün.
-Sen uykunu almamışsın abi, git uyu biraz.
-Valla ne bileyim işte. Hadi hayırlı işler.

Emre daha kırklı yaşlarındaki adamın arkasından bakakaldı. Bunamak için çok erkendi ve bu durumu aslında ne uykusuzluk ne de yorgunluk açıklayabilirdi. Zaten bozuk olan morali daha da bozuldu. Dışarıya çıkıp yan yana sıralanmış dükkanları, tost ekmeği şeklinde taşlarla örülmüş yolu, tüm tozu kaldırıp kaldırıp insanların suratına atan rüzgar ve lağım kokusu eşliğinde seyretti. Kasaba artık iyice çekilmez hale gelmişti.

Şehirlerle kasabalar tamamen apayrı dünyalar haline gelmişti. Şehirde binalar, yollar ve en önemlisi insanlar bambaşkaydı. Devletin “vasıfsızları” kasabalara gönderdiği “Büyük Tasfiye”den sonra her geçen gün aradaki makas daha da açılıyordu. Büyük Tasfiye'de Entelektüel Seviye Puanı ölçümleri yapılmış ve taban puanına ulaşamayan herkes kasabalara sürülmüştü. Şehirde işçi ve memur kesiminden kimse kalmamıştı. Zaten robotlar, onlardan daha verimli çalıştıkları için birçoğu işsizlik maaşıyla şehirde geçinmeye çalışıyordu. Büyük Tasfiye’yle birlikte zaten dışlanmış olan bu kesim fiziksel olarak da dışlanmıştı.

Emre dışarıda daha çok daralarak tekrar içeri girdi, kitabını açıp İngilizce çalışmaya başladı. Tam yoğunlaşmışken kapıdan yeni bir müşteri girdi. Bu adamı daha önce görmemişti. Büyük Tasfiye’den sonra kasabaların nüfusu aşırı artmıştı, eskiden olduğu gibi kasabada herkes herkesi tanımıyordu. Adam keklerin nerede olduğunu sordu. Emre “Bakın tam solunuzda.” dedi. Adam uzun uzun bakıyor ama önündeki kekleri göremiyordu, “Hani nerede göremedim?” diyordu. Emre yerinden kalkıp sert hareketlerle rafa doğru gitti ve eliyle gösterdi. Adam şaşkın bir şekilde bir süre yüzüne baktıktan sonra keklerden alıp çıktı. Bu iki olmuştu, bugün tuhaf bir gündü.

Abisi gelince Emre dükkandan çıktı ve eve yöneldi. Caddede yürürken insanlar gözüne bugün bir tuhaf görünüyorlardı, ona zombileri çağrıştırıyorlardı. Kendini zar zor eve attı. Gittiğinde annesi sofrayı kuruyordu. Ona yardım etmeye başladı. “Bugün çok tuhaf bir gündü anne.”. “Öyle mi, niye?”. Annesi sofra kurmaya odaklandığı için aslında ilgisini veremeden cevap verdiğini belli edecek şekilde sorusunun cevabını beklemeden: “Şurdan şeyi de al götür sofraya.” dedi. Emre soluğunu tutarak bir süre kalakaldıktan sonra gergin bir ses tonuyla “Neyi anne?!” dedi. “Şeyi işte oğlum, şunu.”. “Anne onun ismi yok mu, şey ne?!”. “Neyse ne oğlum adını getiremedim işte.”. “Anne tuzluğun mu adını getiremiyorsun?!”. “Uzatma oğlum bir an aklıma gelmedi işte.”. Emre artık düşünemez hale gelmişti. Kendini yatağa attı ve zihninde o tuhaf anlar döne döne sonunda uykuya daldı.

Zaman geçtikçe kasabada dalgınlıklar, unutkanlıklar, donukluk halleri bir virüs gibi gittikçe yayıldı. Bu bir tür pandemiydi ve yaşlı genç dinlemeden herkeste ortaya çıkıyordu. Sebebi tespit edilemiyor, tedavi edilemiyordu. Bu salgının diğer kasabalarda da ortaya çıktığı ama şehirlerde hiçbir salgın olmadığı söyleniyordu. Şehirlere kaçak girmeye çalışan binlerce insanın robotlar tarafından gözaltına alınıp hapse atıldığı haberleri geliyordu. Şehir yönetimi kasabalara herhangi bir destekte bulunmuyordu. Belki de yıllar önce devlet, Büyük Tasfiye’yle bir şeyler yapmıştı aslında, hastalık potansiyeli olan insanlar yıllar öncesinden karantina altına alınmıştı.

Mazhar F. GÜR 17.09.2019 (Proje 99)

YORUMLAR

  • 0 Yorum