Mazhar F. Gür

Mazhar F. Gür


Pupa

17 Kasım 2021 - 06:51

Baş ağrısıyla cebelleşerek gözünü açtı. Kafasında türlü türlü, sayıklama benzeri, kopuk kopuk ve anlamsız konuşmalar vardı. Anlaşılan o ki rüya aleminin kapısı kapanmadan önce dışarı kaçak yapan seslerdi bunlar. Kaslarına söz geçirebilmek için bir dizi başarısız girişimden sonra sonunda, zar zor doğrulabildi. Yine “gözünün ucunda” gibi hissettiği halde kafasında bu kaçak sesleri birleştirip anlamlı bir kurgu oluşturamadı: Her ne rüya gördüyse onu hatırlayamadı. Ama niye hiç rüya görmüyordu? En son on beş yaşlarında bir rüya gördüğünü hatırlıyordu. Bu şikayetini karısına ifade etseydi kesin “Aslında görüyoruz ama hatırlamıyoruz.” derdi ama “Hatırlayamadığın zaman o yine rüya oluyor mu yoksa başka bir şey mi oluyor, hatırlayamadıktan sonra rüyanın rüyalığı kalır mı ki?” diye düşündü. Belki o yaşanmış ve gerçek olarak kabul edilmemeliydi. Belki de hatırlanmadığı için rüyadan daha sahici bir gerçeklik olarak kabul edilmeliydi, bilemiyordu.

İçinden hiçbir şey yapmak gelmiyordu. Onu motive edecek gerçek bir değer yoktu. Sabah kalk, kahvaltı yap, işe git (genelde son saniyede yetiş), iş arkadaşlarınla dünkü futbol maçı üzerine konuş, öğle molasına çık, tekrar mesaiye başla, mesai bitince eve git, akşam yemeği ye, koltukta uzanarak televizyon izlerken uyukla, bir film veya dizi bölümü izle, nasıl geçtiği belli olmayan anlamsız anları ekle ve kafanı koy uyu: Bir gün daha bitti. Pazar günleri öğleden sonraya kadar uyuyor, günün geri kalanını da alışveriş için devamlı gittiği mekanlardan birinde oturarak tüketiyordu. Günler o kadar çok birbirlerine benziyordu ki, kayda değer anı yetmezliğinden insanın hafızası zayıflıyordu. En azından son beş yılı, bu maviyse ya lacivert ya da turkuaz olan günlerle geçmişti. İnsan bu kadar mıydı?

***
Yarın Pazar… Bu kez farklı bir şeyler yapmak istiyordu. Erken kalkacaktı, gerçekten erken kalkacaktı. Bu, arkadaşlar arasında sürekli yapılan, “Sabah kalkalım, gün ağarmadan koşu yapalım, akşam altıdan sonrasını meyveyle geçiştirelim.” diye kararlaştırılıp hiç konuşulmamış gibi davranılan sözleşmelerden değildi.

Bir müzeye gitmeye karar vermişti, hiç yapmadığı bir şeydi bu. Müzeleri gezmek ona anlamlı ve çekici gelmiyordu. Ama içinden bir ses özellikle hoşlanmadığı şeyleri yapması gerektiğini söylüyordu. Bir böcek müzesine gitti. Camekan arkasında sergilenmiş pupaları görünce aklına Kuzuların Sessizliği filmi gelmişti. Acrocinus Longimanus gibi ön bacakları orantısız uzun olan böcek ilgisini çekmişti. Bu tür orantısız yapılı canlılar, yaratılışa belli derecede humor karıştığını gösteriyor gibiydi. Ortada böceğin önünde o uzun bacağı zorunlu kılacak bir zorluk veya engel de bulunmuyordu ama öyle yaratılmıştı işte. Öyle karar verilmişti. Böceklerde kılıç, dirgen, hatta filmlerdeki uzaylı asker modellerine benzer yapılar olması da ilgi çekiciydi. Sanki her şeyde her şeyden biraz vardı.

Eve geldiğinde çok yorulduğunu anlayabildi. Uzun süredir ilk defa yorgunluğu ona tatlı gelmişti. Eve geldiğinde her zaman yorgun hissederdi, şimdi anlıyordu ki her gün yaşadığı bu yorgunluk, işinin fiziksel olarak değil psikolojik olarak bindirdiği yükten kaynaklanan bir yorgunluktu. Karısı “Hayırdır nerelerdeydin, telefona cevap da vermedin?” dedi. “Müze gezdim.” Kadın kahkaha atar gibi başlayıp aniden es vererek güldü. “Senin ne işin olur müzeyle. Ne müzesiymiş bu?”. “Böcek müzesi” deyip çevik bir hareketle koltuğa kurulup bilgisayarı açtı. Karısı “İyi, peki” dedi ve imalı bir ses tonuyla ekledi: ”Sana bayağı yaramış bu böcek müzesi.” Dedi ve cevap da alamayınca biraz başında dikilip onu süzdükten sonra yavaş adımlarla mutfağa doğru yürüdü.

Hemen böceklerle ilgili bir şeyler okumaya başladı. Böceklerle ilgili belgeseller buldu ve onları da izledi. İçine girdiği halin dışarıdan biraz tuhaf ve komik göründüğünün farkındaydı ama üzerinde ilginç ve önemli bir şey yaptığından emin olma hali vardı. Her şeyin geçiştirilerek yaşandığı bu zamanda bir gezinin araştırmalarla sabitlenmesi içini huzurla doldurdu. Her şeyi çabuk tüketmeye ve onu unutmaya ayarlanmış zihnini afallattığını hissediyordu. Bu duygudurumunun dışarıdan komik ve garip karşılanacağı hissi biraz da bundan kaynaklanıyordu: Beyni alışkın olmadığı ve tanımlayamadığı şeyi yadırgıyor, tuhaf ve komik olduğu yorumu yaparak içine düştüğü şoktan kurtulmaya çalışıyordu. Gülmenin anlık şok haline karşı savunma mekanizması olması gibi bu da bir savunma mekanizmasıydı. Karısının onu yadırgayıp uzaklaşma eğilimine girmesi de bundandı. Karısı, onda moralinin artması, enerjik olması gibi olumlu emareler görmesine rağmen mutluluğunu paylaşmak ve destek olmak yerine onu yadırgamıştı. İnsanlar neden böyleydi? İstediği kadar yakışsın, yıllardır gözlüklü olarak görmeye alışkın oldukları birini lensle görünce onu yadırgar ve tuhaf gözüktüğünü söylerler. "Gözlük daha iyidi." derler genelde, halbuki lens daha çok yakışıyordur. Alışkın oldukları düzenin değişmesi neden insanları rahatsız ediyordu ki?

***
Babası ifadesiz, sert bir suratla onu dirseğinden tutup hiçbir şey söylemeden sürüklüyordu. Yaşına göre inanılmaz derece kuvvetliydi, eli mengene gibi kolunu tutuyordu, sürekli kendini kurtarmaya çalışmasına rağmen bir türlü başaramıyordu. En sonunda bir kuyuya savurmasıyla kendini boşlukta buldu ve kuyunun içine düşmeye başladı, düşerken bir anda ölmekten korkmayı bırakırsa ona hiçbir şey olmayacağı hissi geldi ve bu hissin doğru olduğundan adı kadar emin olmaya başladı. Korkuyu tamamen attığını hissettiği anda elinin çarpmasıyla kuyunun duvarı kağıt gibi yırtılmıştı. Tuhaf olan şey ise aslında düşmüyordu, düşme etkisi verecek illüzyon yırtılan kağıdın üzerinde hala oynamaya devam ediyordu. Kağıdın yırtılmasıyla kendini bembeyaz, bomboş bir odada buldu. Bu oda karşısında uzunlamasına uzanıyordu. Odanın köşelerini ve kenarlarını aslında seçemiyordu ama nedense uzunlamasına uzanıyor gibi geliyordu. Tam karşısında bir kapı duruyordu. Dehşete kapılmaya başlamıştı. Kapının silikleşmeye başladığını görünce aklını başına aldı. Sakinleşmesiyle hakikaten de kapı yeniden belirgin hale geldi. Kapıya doğru ilerledi, ilerledi. Kapının tokmağına elini attı ve tokmağı kavradı. Kapıyı açamadan bir anda görüntü tamamen değişti ve kendini kapalı bir akşamüstü havasında küçük bir kayıkla bir rıhtıma yaklaşırken buldu. Kayık rıhtıma bir adımlık mesafe kadar yaklaşmıştı ki bir anda, göğsünden aşağısı siyah duman şeklinde, bir insanın ortalama kafa boyutunun iki katı büyüklüğünde kafası olan, kara gözlü, uzun yüzlü ve enli çenesi olan, sinek kaydı tıraşlı, orta yaşlı bir adam, elindeki asasıyla kafasına sert bir darbe indirdi ve sarsıcı bir ses tonuyla “Oku!” dedi. Ne olduğunu anlamadan kendini denizde buldu. Denizin suları hızla üzerine hücum etti: Boğuluyordu. Dehşet içinde yataktan sıçrayarak uyandı. Hala kafasına aldığı darbenin acısını hissediyordu. Bir rüyada insanın acı çekebildiğini şimdiye kadar duymamıştı. Bu kez rüyadan uyanınca bile rüyada aldığı darbenin acısını hissediyordu.

Uzun süre gördüğü rüyanın etkisinden çıkamadı. Kendisini bunun bir rüya olduğuna ikna etmesi epey sürdü. Bu kadar gerçekçi bir rüya ömründe görmemişti. Yatakta uzun süre bekledi, rüyanın ayrıntıları hala gözünde filme karesi gibi net bir şekilde oynuyordu. Hiçbir ayrıntıyı unutmamıştı. Şaşkınlıkla birlikte içinde coşku vardı. Saate baktı: 06:10. Uyuyalı sadece 4 saat olmuştu ama uykusunu almış gibiydi.

Rüyayı birileriyle paylaşmak istiyordu ama bir yandan da hiç kimseye anlatmaması gerektiğini hissediyordu. Rüya dehşet verici ve kötü bir şekilde bitmişti ama hatırlayınca dehşete düşmüyor, tuhaf bir şekilde rüyadaki o korkunç görünümlü zatı özlediğini hissediyordu. Sanki uzun zamandır çok yakından tanıdığı biriydi. Rüyanın ona söylemek istediklerini de anlıyor gibiydi. Sanki rüya ona sesleniyordu: Doğru yola girdin fakat acele etme, ne halt olduğunun farkına var, gözlerini aç ve her şeyi yeniden tanımla. Çünkü muhtemelen şimdiye kadar önemli konularda sahip olduğun kanaatlerin hepsi yanlış. Oku, etrafını oku, kendini oku. Oku ki ilim denizine gark olasın. Oku, okumanın şiddeti seni şoka sokacak kadar kuvvetli olmadan ölmeyi başaramazsın. Oku, kendine gel ve öl.

Mazhar F. GÜR 16.07.2019 (Proje 99)

YORUMLAR

  • 0 Yorum