Deprem Yazıları

Deprem Yazıları
24 Şubat 2023 - 07:26
Mehmet Tanju AKAD'ın Facebook hesabında "Deprem Yazıları" başlığıyla yayınlanmış altı yazısını bir araya getirdik.

Deprem Yazıları – I
KAOSUN YÖNETİLMESİ
Asrın felaketi olan depremin ilk haftasında herhangi bir görüşte bulunmaktan kaçındık. Bunun nedeni enkaz altında kurtarılmayı bekleyenlerin dışında her konunun ikinci plana düşmüş olmasıydı. Gerçi bu konuda da kriz yönetimiyle ilgili kimi sorunlar, temel bir yönetim yaklaşımının olumsuz yansıması olarak kendisini gösterdi ama, diğer yandan her kademede cansiperane gayret sarf edenlere haksızlık etmemek gerekir. Öyle ki, ülkemiz gene örnek bir dayanışma göstererek her şeyin üstesinden gelecek bir ruh yüceliğine sahip olduğunu gösterdi. Ancak krizin muazzam boyutu, yönetim birimlerimizin elini tutan bir olumsuzluğa değinilmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Ayrıca haklı veya haksız birçok eleştiriyle ve yanlış bilgilendirmelerle karşılaştık ki, bu da ortamı hızla zehirledi.
.....
Ülkemiz tüm kurumlarıyla daha ilk andan itibaren harekete geçerken, her talimatın devletin merkezinden beklenmesi, kendi inisiyatifiyle harekete geçenlerin de buna tabi olmaya zorlanması şeklinde tezahür eden yeni durum, çeşitli noktada gecikmelere, gereksiz bekletilmelere neden oldu. Bu boyutta bir krizde yapılacak her müdahelenin merkezi bir sistem içerisinde yapılmasının avantajları tartışılmaz ama bu noktada aşırıya kaçılması birçok birimin elinin tutulmasına neden olabiliyor. Bunu bir savaş yönetimine benzetebiliriz. Şayet alt komutanlar her eylemlerinin talimatını yukarıdan alıyorsa, burada büyük kayıplara uğramaları muhtemeldir. Genel koordinasyon şarttır, ancak alt birimlerin inisiyatif kullanmaktan kaçınmayacakları bir zihin yapısının tüm birimlerde oluşturulması, tabir yerindeyse enjekte edilmesi şarttır. Bir yönetim sisteminin üyeleri her iş için yukarıdan gelecek talimatlara bakar, bunları bekler hale gelirse olumsuzluklar birikmeye başlar. Aşırı mekezileşme bir askeri harekatta ne kadar zararlıysa, bu büyüklükteki bir afetteki kurtarma ve yardım operasyonlarında da -o kadar olmasa bile- epey zararlıdır. Genel ve etkili bir koordinasyon içerisinde birimlere daha fazla inisiyatif tanınması gerekir. Sonuçta on üç milyon kişinin uğradığı dev bir felaketten söz ediyoruz. Hiç bir sistem bu ölçüde büyük bir operasyonu sorunsuz yönetemez. Hemen Katrina kasırgasını hatırlıyoruz. Dünyanın en güçlü ülkesi bile bu olay karşısında şaşırıp kalmıştı. Gene de depremin genel yönetimini ve burada gösterilen muazzam çabaları taktir etmekten uzak değiliz. Ancak kriz yönetiminin gözden geçirilmesi ve her çabanın, her adımın merkezi kararlara tabi kılınmasının ortaya çıkaracağı sakıncaların azaltılması gerekir. Sorumluların gözleri tek bir yerden gelecek işaretlere takılıp kalmamalıdır ve kaçınılmaz merkezi koordinasyon gerekliliği ile alt düzeyde inisiyatifler arasında işlerliği kısıtlamayacak zihin yapısı hakim kılınmalıdır. Bu kısa sürede olmaz, yıllardır süregelen müdahalelerin zihinlerde bıraktığı izler hemen silinemez. Bununla birlikte dünya deneylerinin incelenmesi inisiyatifin önemini gözler önüne sermekte, aşırı merkezileşmenin çıkar yol olmadığını açıkça göstermektedir. Şayet gelecek için ders çıkarmak istiyorsak -ki bu bizim geleneklerimizde oldukça zordur- yönetim anlayışımızda inisiyatifi artıracak bir zihin yapısını öne çıkarmamız gerekir. Tabii, günümüz koşullarında ne kadar mümkündür, ayrı mesele.
.....
Bu olay ülkemizin geleceğini şimdiden değiştirmiştir. Çeşitli açılardan bakmaya çalışacağız.

Deprem Yazıları – II
SUÇLARIN YAYGINLIĞI
Bu yazının alternatif başlığı “hepimiz suçluyuz ama bazılarımız daha suçlu” şeklinde olacaktı ama dürüst kişilerin hakkını yememek için değişmesi gerekti. Evet, deprem suçları  niçin yaygın, bunu herkes az çok bilir. Bazı müteahhitler, çoğu denetçiler, belediyelerdeki yiyici çoğunluk, siyasetçiler, diğer inşaatçıların yanı sıra mal sahiplerinin de önemli bir kısmı suçludur. Kat ve rant peşinde usulsüz binalar isteyenler, alan genişletmek için kolon kesenler, sonuçta hırslı mal sahiplerinin kendilerinden başkası değildir. Mal sahibi düzgün davransa, kötü inşaatların hiç değilse bir kısmı engellenir. Nitekim böyle mal sahipleri de vardır, ancak çoğu mal sahibi inşaatı bitmiş binayı hiçbir denetim olmadan alır ki, bu durumda baş suçlulardan birisi en başta iskan ruhsatını verenlerdir. Esasen, milyonlarca kaçak binanın olduğu bir ülkede hırslı mal sahiplerinin suçsuzluğunu iddia eden ya kör, ya da aşırı saftır. Yukarıda saydığımız kişiler, herhangi bir ilçede nüfusun büyük bir kesimini oluşturur. Yani inşaatçısı, inşaat malzemecisi, hazır betoncu, zemin etüdü yapan bürolar, taşçı, kumcu, mimar, statik projeci, tesisatçı, çatıcı, fayansçı, doğramacı, marangoz, kalıpçı, demirci, inşaat ustası, kalfası, işçisi, belediye imar bürosu, arsacılar, komisyoncular, emlakçılar, imarı denetleyen belediye meclisi, encümen üyeleri, belediye zabıtası, diğer denetçiler, nakliyeciler, altyapı hizmetlerini yürütenler yıllar içerisinde iyice iç içe geçerek asla yıkılmayacak bir bütün oluştururlar. Sürekli birbirleriyle paslaşarak rezil bir imara neden olurken, iş çıkara gelince parti farklarına bakmadan su sızdırmayan beton gibi birleşirler. Bunlar ilçe nüfusunun önemli bir kısmını oluşturur ve diğer ilişkileriyle birlikte yerel iktidarın gerçek sahibidir. Bazen iktidarlarını sanayiciler, büyük mülk sahipleri, turizmciler, tacirler, bayiler vs. ile paylaşırlar ama zaten hepsi inşaat sektörüyle yıllar içerisinde giderek artan ölçüde iç içe geçen karşılıklı çıkar ilişkisi  içerisindedir, Ara sıra bazı eleştirilseler, denetimlere yakalansalar ve hatta dava edilseler  bile, dayanışma içerisinde sıkı durarak bu sıkıntılarını atlatırlar. İmar planları daima onların taleplerine göre revize edilir. Para, zaman ve nüfuz onların tarafındadır. Kaldı ki, kamu kurumlarında güçlü bir desteği olmayanlar, dürüst iş yaparken bir de bunlarla mücadele etmek zorunda kalır. Her şeyi yönetmeliklere uygun yapsalar bile, araları iyi değilse çeşitli engellemelerle karşılaştıkları görülür. Tabii, tüm bunlara rağmen, bazı iz’an sahibi mal sahiplerinin sistem içerisindeki dürüst müteahhitlerden düzgün bir yapı istedikleri ve bunu elde ettikleri durumlar vardır.
.....
Bu sektör kirlidir ve içlerinde azımsanmayacak sayıda dürüst insanın olmasına ve bunlar iyi yapılar inşa etmelerine rağmen, iyiler diğerlerinin kirli işleri engelleyecek güce sahip değildir. Yerel yönetimler zaten bunların elinde olup, genel yönetimin unsurları dahi onlara karşı ya çaresiz kalır ya da zaten işbirliğindedir. Hiç bir siyasi iktidar bu çıkar şebekelerine engel olmaz, zaten kimi zaman olmak da istemez. İster faşist, ister sosyalist, ister liberal, ister teokratik olsun fark etmez. Bunlar her zaman siyasi mekanizmayı ele geçirir.
.....
Şayet Türkiye son asırda dünyanın en hızlı nüfus artışına sahne olmasa, inşaat sektörü bu kadar güçlü olmaz ve dolayısıyla siyaset içerisindeki etkisi çok sınırlı kalırdı. Ancak durum ortadadır ve kısa vadede değiştirilmesi olanaksızdır. Bunun bir kültür meselesi olduğunu unutup yönetmeliklerle, mahkemelerle, idari tasarruflarla çözüleceği hayaline kapılmamalıyız. Bunu ayrıca irdelemeye çalışacağız. Sorunu yaratan anlayışlar etkili şekilde ortada oldukça, bu kişilerden çözüm beklemek saflık olurdu, şayet bekliyor olsaydık. Bununla birlikte, çözüm olmasa da bazı iyileştirmeler mümkündür. Öncelikle, gelecek felaketlerde arama kurtarma çalışmalarından yardımların ulaştırılmasına ve enkaz kaldırmaya kadar olan safhalar için koordinasyon konusuyla, ikinci olarak halihazırdaki çürük binalar ve gelecekteki imar konusunda yapılabilecek olanları irdelemek gerekir.

Deprem Yazıları – III
ANLIK İZLENİMLERLE DÜŞÜNMEDEN KONUŞUYORUZ
Felaketler insanların iyi ve kötü yanlarını daha belirgin hale getiriyor. Türkiye’nin yardımsever, dayanışmacı, şefkatli yüzü daha belirgin bir şekilde ortaya çıkarken, fırsatçı, yağmacı, küçük hesapçı kişiler de ortaya çıktı. Kanımca en kötüler deprem öncesinde felaketi hazırlayan ihmali veya rüşvetçi kamu yöneticileri ile deprem sonrasında bu felaketi siyasi malzeme veya reklam olarak kullanan kişilerdir. Depremzedeleri yolda beş kuruş almadan ağırlayıp depolarını dolduran konaklama ve istasyon sahipleri de çıkıyor, yardıma gidenlere bir tas çorbayı fahiş fiyatla kakışlayanlar da. Hayat böyle. Neyse ki iyiler daha fazla.
.....
Bu arada aşırı sayıda yalan haber yayılırken, bazı kanallar da kimi olumsuzlukları göstermemeye, bir nevi üzerini örtmeye çalıştı. Bunları bir yana bırakalım, nedenleri bellidir. Ancak, bir kısım iyi niyetli kişi de yeterince düşünmeden, koşulları hesaba katmadan eleştiriye girişti. Örneğin özellikle ilk iki günde yardım organizasyonundaki eksiklikler konusu. Bu felaketin ilk altı saatinde komşu illerden gerekli koordinatör yöneticiler bölgeye intikal etmişti. Politikacı güruhu boy göstermeye ertesi gün çıktı. Ama olay eldeki imkanları kat ve kat aşıyordu ve komşu illerin bir kısmı zaten diğerine koşacak halde değildi. Diyelim ki, var olan plana göre, Adana’ya Maraş, Maraş’a Antep, Osmaniye’ye Hatay yardıma koşacaksa, bunların hepsi perişan olmuştu. Planlama, hazırlık, intikal ve yayılma süreçlerinin kaç saat gerektirdiği hesaba katılmadan konuşulmamalıydı. Felaket bölgesi bir çok Avrupa ülkesinden daha büyüktü. Eleştirilecek çok şey var ama öyle car car bağırmakla olmaz. En basitinden tuvalet sorunu. Herkes seyyar tuvalet diye bağırdı ama milyonlarca kişiye seyyar tuvaleti kimse yetiştiremez. Gerçekçi çözüm sahra tuvaletiydi ve bu basit çözüm her noktada uygulanabilirdi, şayet nasıl yapılacağını bilenler anlatsaydı. Bunu en azından askerlik yapan herkesin bilmesi gerekirdi. Sonuçta, bu bağırış çağırış içerisinde iş yapanlar da tedirgin oldu, öfkelendiler, muhalifler daha bilendi ve daha iyi çalışma yapmanın ortamı ortadan kalktı. Her krizde benzerlerini yaşıyoruz, ileride de yaşayacağız. Siyaset gözleri kör edince bu kaçınılmaz.
.....
İnsanlar kötü haberlere inanmaya daha eğilimli oluyor, bunların yalan olduğu birazcık düşününce anlaşılacak olsa da. Örneğin barajın yıkılacağı haberiyle paniğe kapılıp arama kurtarma çalışmalarını en az yarım gün aksatanlar belki de onlarca kişinin ölmesine neden oldular. Bu kişilerin ağır cezalandırması gerekir ama inananları ne yapmalı. Böyle bir tehlike olsa, bunu öncelikle duyurmayacak hiç bir yetkili olamazdı. Kaldı ki, baraj yıkıldığı taktirde ne kadar suyun nereye kadar yayılacağı hemen hesaplanabilirdi. Bir de Amerikalıların deprem makinelerine ve Mersin’den istila planlarına inanan süper eblehler çıktı. Ayrıca hepsinden büyük yeni bir depremin geldiği, Afgan ve Suriyelilerin bölgeyi ele geçireceği gibi yalanlar yayılıp durdu. Daha neler duyduk. Üstelik sosyal medya canileri bunları yaymakta saniye gecikmedi. Hele kurtarma işlerinde etnik ayırım yapıldığı yalanlarına ne demeli. Sanki bu evde şunlar, diğerinde bunlar oturuyor diye tabelalar var. Dikkat! Bu eve yanaşmayın, filancalar var. Daha da neler. Ancak bunları yayanların salak değil, kötü niyetli propaganda yaptıkları bellidir.
.....
Sonuçta milyonlarca insanımız yardım için seferber olurken, bir miktar fırsatçı, yağmacı, sosyal medyacı toplum düşmanı her şeyi daha kötü hale getirdi. Bunların cezalandırılması gerekir ve bir çok ülkede bu suçüstü kurallarınca anında yapılır ama bizde olmaz. Ne yazık ki herkesin yaptığı pislik yanına kalınca örnek teşkil edilmiyor.

Deprem Yazıları – IV
DOĞAL AFETLERDE KRİZ YÖNETİMİ
Lafı uzatmadan konuya girelim. Her şeyi tek merkezden yönetme anlayışının bu büyük olayda sürtünmeye, gecikmeye ve etkinsizliğe yol açtığı görüldü. Burada iki şey söylenebilir: (1) Merkezi model doğrudur, ancak bu olayda yeterince iyi işletilemedi, kusurlarının giderilmesi gerekir, veya (2) Bu model her halükarda etkinsizlik üretir, bu nedenle gözden geçirilmeli ve genel koordinasyon içerisinde ademi merkeziyetçi bir modele geçilmelidir. Her ikisi de tartılmalı ve tartışılmalıdır. Her ne kadar bu tartışma politik endişelerden , bilgi seviyesinden ve kültürel koşullanmalardan bağımsız olamazsa da, mutlaka yapılmalıdır.
.....
İlk bakılacak husus mevcut modelin nerede etkinsizliğe neden olduğu ve bunların daha tecrübeli ve basiretli bir yaklaşım içerisinde giderilmesinin ne ölçüde mümkün olduğudur. İkinci olarak, etkinsizliğin modelin kendisinden mi yoksa uygulayıcıların üzerindeki baskı ve kısıtlamalardan mı doğduğu ortaya konulmaya çalışılmalıdır.
.....
Merkezi modelle ilgili bir diğer konu da, bunun uygulanmaması halinde işlerin daha iyi yürütülmesinin mümkün olup olmadığı sorusudur. Yani, daha net şekilde sorarsak, bazı az sayıdaki yetkilinin AFAD dışındaki yardım çabalarına iyi bakmadığı ve her şeyi kontrol altına almaya çalışırken geciktirmelere neden olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz, ancak, şayet herkes bildiği gibi yardıma gitseydi, bazı avantajlara rağmen genel resimde daha büyük olumsuzluklar çıkar mıydı? Bunu tayin etmek kolay değildir ve yaşanmış olsa bile yeni sorulara gebedir.
.....
Daha esnek bir kurtarma ve yardım operasyonu modeline gelince, burada kişisel veya özel inisiyatiflerin hiç değilse bir kısmının daha hızlı yardım ulaştırmış olacağı söylenebilir. Buna karşı, söz konusu durumda önceliklerin tayin edilmemiş ve çabanın en etkili şekilde kullanılmamış olacağı ve ayrıca bunun planlamayı imkansız hale getireceği, yolları tıkayacağı (ki nitekim bu vahim şekilde gerçekleşmiştir), kaynak israfına yol açacağı ileri sürülebilir. Burada çözüm ilk saatlerde kurulacak bir koordinasyon merkezinin kendi inisiyatifiyle gelenleri derhal sevk edecek bir esneklik gösterebilecek şekilde hazırlanmasıdır. On vilayet tek elden idare edilemez. Bu 100 civarında ilçe ve 1.500’den fazla köy demektir. Dünya aşırı merkeziyetçi yönetim yaklaşımının zararlı yanlarını görmüş, yetki ve inisiyatifi paylaştırma yoluna girmiştir. Yetki paylaşımından kaçınılması her türlü yönetim için olumsuz bir tutumdur. İpleri elinden kaçırma endişesi taşıyanlara mahsustur.
.....
Her halükarda, son olaydaki gibi mevcut planları kat kat aşan türden beklenmedik senaryolara hazırlıklı olmak için kurulacak koordinasyon merkezlerinin her sene en az bir kez çeşitli senaryolara göre tatbikat yapması iyi olur. Tıpkı askeri harekat merkezlerinde olduğu gibi, senaryolara her seferinde beklenmedik durumlar eklenmesi yararlı olur. Bu tatbikatlar gerçek durumla karşılaşıldığında etkinliğe büyük katkıda bulacaktır, çünkü hazırlıklı zihinler daha çabuk çözüm üretir. Ayrıca beklenen İstanbul depremi için farklı bölgelere hizmet edecek lojistik üsleri ve denizden ulaşım-tahliye-ilk yardım için hazırlık yararlı olacaktır. Deprem sonrası için en az bunlar kadar önemli husus, ilk anda toplanma alanlarının gözden geçirilmesi ve yolları açık tutacak vasıtaların temini gelir. Deprem öncesi için çürük binaların yıkılıp yenilenmesi gibi bir külfetten kaçınılmaya çalışılacağını biliyoruz. Halkımızı da, yöneticilerimizi de tanırız. Ancak, bu külfetten kaçınmanın deprem vukuunda meydana gelecek zarardan çok daha yüksek  bir maliyete sahip olduğunu uzmanlar yıllardır söyleyip duruyor.  En temeldeki sorun ülkemizin iyi yönetilmemesinden çok, önümüzde bir alternatif dahi bulunmamasıdır. Bu her niyetin ötesinde bir çıkmazdır.

Deprem Yazıları – V
ÖNCELİKLİ İŞLER
Kulak veren olmayacak elbet ama biz yazıp da sanal aleme atalım, belki bir iki dinleyene  rastlasa bile ne olacaksa olacak, boş konuşuyoruz, zihin egzersizi yapıyoruz, ayrı mesele. Hani, olmasını istediklerimiz, temennilerimiz diyelim. Bu arada deprem bölgesinin ayağa kaldırılması için birçok şey yapılıyor. Bazıları aceleye gelir, kimisi daha gereklidir vs. Burada dikkat çekmek istediğimiz konu kentlerin ve kırların ayağa kaldırılmasında denge kurulması ve hatta tarım ve hayvancılık sektörlerine biraz daha öncelik verilmesidir. Bir bölge kırsal kesimiyle ayakta durur. Hem kendisini ve yakın kentleri besler hem de kente pazar olur, kaynak aktarır. Ayrıca nispeten daha az yatırımla faaliyete geçebilir. Örneğin hayvan varlığının takviyesi ve nispeten basit yapıların hızla kurulmasıyla besicilik ve mandıracılık bir iki yıl içerisinde işler hale gelir. Küçükbaş hayvancılık çok hızlı toparlanır. Bitkisel ürünler bir yıl içerisinde eski düzeyine yaklaşır. Ayrıca seracılık, arıcılık, zeytin, yağ, fıstık, kümes hayvancılığı, meyve, sebze, işlenmiş ürünler, bağcılık, susam ve çok sayıda diğer ürünlerin bunlarla birlikle işlenmesi bölgeyi kısa sürede üretken hale getirir. Örneğin ağaçların çoğu duruyor ve bölgenin zeytinyağı zaten çok tutuluyor. Tahinden baharata kadar sayısız başka ürünü var. Kırsal kesimin zenginleşmesi ve tarıma dayalı üretim bölgenin önemli bir varlığıdır. Bunlarla birlikte ticaret ve sanayinin restorasyonu da hızlanır. Her açılan işletme belli sayıda aileyi burada tutar.
.....
Burada korkulan hususlardan birisi devasa moloz yığınlarının toprakları ve yeraltı sularını en az zehirleyecek şekilde kaldırılmasıdır. Diğer her şey birkaç yılda hallolur ama zehir istense bile temizlenemez. Bunun nasıl planlandığını bilmiyorum. Durumu bilenler aydınlatırsa sevinirim ama bu ciddi endişe duyulması gereken bir husus.

Deprem Yazıları – VI
DEPREM AYNAMIZDIR
Ne olduğumuzu yüzümüze vurdu.
(1) İki Türkiye’yi tekrar karşı karşı karşıya getirdi. Birinci Türkiye daha iyinin ve ahlaklı olanın peşinde koşan, işlerin akla daha uygun yapılmasını bekleyen insanlar. İkinci Türkiye gayretini gösterirken kendi çevresini kayıran, günü birlik yaşayan, yarını düşünmeyi başkalarına bırakan, inisiyatifi köreltilmiş, koşullara boyun eğmiş, akli atalet içerisinde birilerinin peşine takılıp düşünme külfetinden kurtulan insanlar. Keza fedakar ve cansiperane bir şekilde yardımsever olan çoğunluk ve çirkin fırsatçılar (ve duyarsızlar) olarak başka bir ayırım da görülüyor. Bu gruplar her partide, her toplum kesiminde, her kurumda var. A partisinde iyiler, B partisinde kötüler toplanmış, C mesleğindekiler iyidir, D mesleğindekiler kötüdür diye düşünenler saftiriktir. Bunu ileri süren olursa, anında aklını yerin dibine sokacak kadar delilimiz ve gözlemimiz vardır, yeterince şeye şahit olmasak söylemezdik. Depremde de, daha öncesinde de birinciler ikincilerden bekledikleri akıl ve inisiyatifi bulamadıkları için bunaldılar ama bir kısmı gene de iyi işler yaptı, ikinciler de “size ne oluyor, oturun yerli yerinizde, yapılıyor işte” diyerek iyisiyle, kötüsüyle kendi bildiklerini yaptılar. Epey iş de yapılıyor, görmezden gelmek kötü niyetli nankörlüktür ama akli bir planlama ve inisiyatifle daha iyisi mümkün olabilirdi. Aslında olayların yüzde doksan beşi depremden önce gerçekleşen korkunç imarla ilgilidir. Mevcut ikilemde ya iradeni teslim edeceksin, ya da dışarıda kalacaksın. İnsanlarımızın giderek daha çok ikinci türe kaymış olduğunu üzülerek görüyoruz. Bu cumhuriyetin başarısızlıklarından birisi olup biraz da nitelik kazandırılamayacak kadar hızlı nüfus artışından kaynaklanmaktadır. Normal (yani dünya ve Avrupa  ortalamalarında) bir nüfus artışıyla bugün en fazla 30-35 milyon civarında olmamız gerekirken üstüne gelen 50 milyonu, yani 1923 yılındaki 12 milyona ek olarak 100 yılda biriken 75 milyonu sığdırmak için kalitesiz inşaat, kalitesiz inşaatçı, belediyeci, kalitesiz eğitim, beslenme ... aklınıza ne gelirse. Yeni çoğunluk elbet bir şeyler yapıyor ama çoğu halde daha iyisine yönelemiyor, bu kadar eğitimi, ufku, parası ve yönelimi yok. Önemle vurgulayalım: Bu insanlar istisnasız her kesime dağılmış durumda, aksi olanaksız. Örneğin tüm partiler küçük çıkar için imar affını onaylar ve imar planı değişikliklerinde birleşir. Bu felaketlerin kader olmaması için gerekenler yapılmıyor, yapılamıyor çünkü bir tüketim açlığı da var. Bir çok insan sağlam ev yerine lüks otomobili ön planda düşünüyor, ama çürük binayı da değerinin kat kat üzerinde satın alıyor.
.....
 (2) Ona buna bağıranlar bu işlerde kendi paylarını görmezden geliyor. Deprem riski olmayan ve dandik bina yapılmayan ve inanılmaz sayıda kolon kesilmeyen ülkelerde bile bizdeki kadar yüksek bina heveslisi yok, ya da o ülkelerde genellikle en parasız ve çaresizler sıra sıra yüksek bloklarda yaşamaya mahkum edilir. Yüksek binada oturmanın hayattan kopuk bir yaşam zevali olduğunun farkında olan kaç kişi var. Yüzde yirmiyi bile geçer mi acaba? Hayata saygısı olan bir insan bırakın kişi başına yarım metrekare yeşili olmayan konutları “rezidans” diye fahiş fiyatla satın almayı, o beton yığınlarında kendisine bir hayat kurmayı aklının ucundan bile geçirmez. Çaresizlik desen anlarım ama bizdeki çaresizlik değil tercih. Parlak, gösterişi şeylerden hoşlanıyorlar. Kimse heves edip almasa o kule gibi binalar yapılmaz. Hoş, dört katlılar, hatta bazı yerlerde iki katlılar bile çöktü ya. Buna diyecek lafımız var mı? Elbette var. Her kişi kendi riskini değerlendirir, kendi riskini yönetir. Bunu yapamayanlar için toplum devreye girer. Bizde ikisi de yok. Seni öldürecek çürük duvarları fahiş fiyatla satın alıyorsun,  kimse karışmıyor. Ruhsatlarda, raporlarda yaklaşık 15 kişinin imzası var, en az beş, belki on tanesi rüşvetle imzalamış. Belli bir şuuru olanlar o binaların yanından bile geçmez ancak bazılarında inşaatçı bile kendi yaptığı binada ölmüş. Aymazlığın son haddi.
.....
(3) İrade sahiplerinin, iradesiz ve korkak çoğunluk karşısında etkisiz kaldıklarını hep gördük. Apartmanda kolon keseni şikayet eden bir veya iki kişinin, sessiz ve iradesiz çoğunluk karşında yalnız kalıp bir şey yapamadıkları ne kadar çok durum var. Yönetici:  “korkmayın bir şey olmaz” der. Bina yıkılırsa soruşturma yapılır, delil yetersizliğinden takipsizlik verilir, oturanlar ya da mesela yer otelse  müşterileri  sessiz kurbanlardır.
.....
(4) Dellenip duranlara gelince, siz nerede yaşadığınızı sanıyorsunuz. İki Türkiye yağ ve su gibi ayrışmış. Akıl ve usul diğerlerinin zırhına kolay kolay tesir etmez. Akıl kısa vadeli çıkar sağlarsa ufak tefek düzelmeler olabilir ama akli atalet içinde olanları harekete geçirmek için bu felaketler yetmez. Bakınız, gelecek büyük depremde de aynı şeyleri konuşuyor olacağız. Sadece yeni binaların bir kısmı biraz daha dayanaklı olacak ama bina stokunun düzelmesi ve yerleşimlerin kaydırılması için en az elli yıl daha geçer. Bu arada, herkes değilse de, son ekonomik koşullarda ev alma olanağını yitirenler çok arttı, ama olanağı olsun veya olmasın, çoğunluk kendisine alternatif bir yaşam yaratacak ufka sahip değil.
.....
(5) Demokrasiye çok çabuk, çok erken geçtik, ahalinin bunun stajını yapacak, demokrasinin kurallar rejimi olduğunu öğrenecek fırsatı olmadı. Buna hazır olmayan çoğunluk, bir hukuk devletinde yurttaş olmanın yükümlülüklerini hiç sevmedi, kuralları bin bir kurnazlıkla delip, demokrasiyi oy karşılığı yağma fırsatı olarak kullandı. Şimdi bunun sonuçları yaşanıyor. Sorumluluktan kaçan çoğunluk bakalım nasıl yurttaş olacak. Şayet başka şekilde düşünseydik, “Allah'ın sopası yok, depremlerle terbiye ediyor” derdik, ama o bile kar etmiyor gezegenin bu köşesinde yaşayan ahalinin küçük hırslarına.

Deprem Yazıları – VII
7) Bu nüfus yapısı içerisinde tüm partiler aynı çarkın parçasıdır. Alternatif üretilememektedir çünkü düzgün bir imarın küçük ek maliyetinin bile kitleler tarafından kabul edilmemesinin yanı sıra, imara açılmaması gereken yerler yağmalanarak arsa haline getirilmektedir.
(8) En verimli ovalar, sulak alanlar, ormanlar, meralar, kıyıların yağmalanması ve kirletilmesi, tarım üretimi azaltarak pahalılığı artırmaktadır. Elverişsiz arazilerin imara açılması depremde ölümlerin de başlıca nedenlerinden birisidir. Kira ve emlak fiyatları inşaat maliyetinden çok ya arsa rantı, ya da Türk lirasının ucuzlatılması dolayısıyla yabancılara yapılan satışlar nedeniyle artmaktadır. Bunlar TL kazananlar için aşırı pahalı, döviz getirenler için makul fiyattadır. Tabii, fırsatçılık gibi bir çirkinlik de cabası.
(9) Türkiye’nin kronik enerji ve döviz açığı, her şeyin yanı sıra toprak, arsa ve emlak satışlarının yabancılara açılmasını getirince pahalılık arttı. Çalışanların büyük çoğunluğu için kira kabus haline döndü, ev alma hayal oldu.
(10) Depremler kamu gelirlerinin azalması ve masraflarının artması nedeniyle geniş kitleler için ek vergiler, harçlar, fiyatların artması ve maaşların enflasyon karşısında eritilmesi yollarıyla yeni yük getirecektir.
(11) Aslında deprem, tıpkı trafik kazaları gibi, öldürürken ayırım yapmasa bile gene de esas yükünü fakir ve orta sınıfların üzerine yıkıyor. Bazı yerlerde zenginlerin “rezidans” aymazlığıyla aldıkları yüksek bloklar çöküyor ama depremin uzun vadeli yükü dolaylı vergileri ödeyecek olan dar gelirlilerin sırtına binecek. Burada ilginç olan para sahibi olmalarını bir kenara bırakalım, nispeten eğitimli kesimlerin de imar konusunda aynı aymazlık ve gösteriş tüketimi içerisinde olmalarıdır.
(12) Depremler enflasyon ve borç yükünü artırırken, bir kısım insanımız çaresizlik içerisinde binasının yıkılacağı günü bekleyecek. Kentsel dönüşüm çok sınırlı kalmaya mahkumken, bu arada en değerli kamu binaları ve kent arazileri kamusal kullanımdan çıkartılarak inşaatçılara peşkeş çekilecek. Olmamış şeyi nereden mi biliyoruz...? İstanbul’un toplanma alanlarına kaç inşaat yapıldı haberi olan var mı?
.....
İşte böle. Partilere ve belediyelere de hakim olan bu hırslı ilkelliğin karşısında durabilecek bir güç tanımıyorum. Depremlerin sopalarını yiye yiye devam edeceğiz. Gelecek yüzyıllarda bu dönemin tarihini yazacak olanlar “Türkler geç akıllandı” diye not düşerken 1999 ile 2023 depremlerini örnek gösterecek.

YORUMLAR

  • 0 Yorum