Ahmet Kubilay

Ahmet Kubilay


Erdik Geleceğin Çetin Bilmecesine

31 Ekim 2021 - 12:51

"Nazar haktır, deveyi kazana, insanı kabre sokar." "Az kalsın nazar kaderi geçecek sandım." "Nazar mahiyet-i eşyayı tegayyür eder." (Bakış açısı eşyanın mahiyetini, ne olduğunu değiştirir.)

Bu ifadeler çok temel bir hakikati dile getiriyor. Bunu formüle edip izah etmek çok zor. Ama karmaşık da olsa, hiper karmaşık da olsa varlığımızı, benliğimizi en temelden etkileyen bu nazar meselesini idrak etmek önemlidir.

Öylesine geçen  hayatlar. Geçip de giden hayatlar... İnsan bazen duygularından ibaret.

Aslında çoğu insan sadece duygularından ibaret. Özellikle altkültürün yoğun ve yaygın vebası altında inim inim inleyen ve bu inlemelerinin sebebini, illetini, kaynağını fark edemeyecek kadar görmez olmuş bir toplumun içinde gördüğümüz, göreceğimiz, henüz görmesek de var olduklarını muhkem kaziyeyle bildiğimiz insanlar yalnızca basit duygularından ibaret.

Bu insanları hormonları yönetiyor. Üstüne fakirlik. Üstüne bir sonraki günün bile ne getireceğini hesaplayamamaktan kaynaklanan korkular. Bütün bir hayatları korkuyla geçiyor. Günlük hayatın basit duyguları üzerinden tuhaf bir "ânı yaşama" halindeler. Ama bu "ademoğlu ibnül vakit olmalı, vaktin çocuğu olmalı" fehvasınca yaşanan bir hal değil. Daha çok koyun gibi, kedi gibi masum ve mübarek hayvanlardaki türden bir o ân dışında bir ânı görememe hali. Bütün çözümü derin imâna, derin bir idrake ulaşmak, yüksek bir farkındalığa çıkabilmektir. O çözüm de yine aynı altkültürün şartları yüzünden, havanın oksijensizliği, gıdaların bereketsizliği, hallerin güdümsüzlüğü yüzünden çok zor gerçekleştirilebiliyor. Ne diyelim. Çalışacağız, çalışmaya devam edeceğiz. Bütün yollar aslında Rabbe çıkıyor. Bunu idrakte derinleşeceğiz ve bir görev şuuruyla etrafımızı derinleştirmekte kararlı bir sebatla devam edeceğiz. İnşallah. Aman ha, inşallah demeyi unutmanın bedeli ağır olur.

Turistik tatil beldelerinde bulunanlar bilir. Avrupalı turistler, bilhassa Almanlar, en gevşek oldukları vakitleri bile dakik programlarına uymak suretiyle harcıyorlar. Adamın bir gözü saatinde beleş eğlencesini bile bir plan, programla yapıyor.

Bizse, kendi dilimizde plan ve program kelimelerinin öz karşılığına sahip değiliz. Hatta birbirinden farklı bu ikiliyi, ha biri ha öteki niyetiyle plan program diye kullanıyoruz. Strateji ve taktik kelimeleri de öyle. İkisi arasındaki farkı ya bilmiyor, ya önemsemiyoruz. Ne strateji, ne taktik kelimesinin öz dilimizde karşılığı yok. Bir kavim, kültüründe içselleştirmediği kavramların karşılığını kendi üretmez, başka dillerden alır. Kavramı üreten ister istemez adını da koyuyor. Bu konuyla ilgili  en sık verdiğim örnek, köy - tarım - hayvancılık kökenli bir toplum olduğumuz için küçükbaş ve büyükbaş hayvanlar için kullandığımız kelimelerin çokluğudur. Yeni nesiller olaydan bir hayli kopsa da köyde doğmuş, köyden gelmiş nesiller koyunun bir yaşına gelmemişine, gelmişine, yavrulamışına, yavrulamamışına ayrı ayrı isimler verildiğini bilirler. Niçin bu kadar çok kelimemiz var bu hayvanlarla ilgili, çünkü hayvancılık bir dönem hayatımızın bir parçasıydı. Hayvancılığın dilimizde de geniş yeri vardı.

Bu durumda, plan, program, strateji, taktik kelimelerinin (öz) Türkçesinin olmayışı neye işaret eder? İfade ederken hakiki kültürümüzle bugün cari hasta alt kültürü birbirinden ayırmaya özen gösteriyoruz. Alt kültürde plan, program, strateji ve taktiğin karşılığı maalesef yoktur. Bazı şeyler de sonradan öğrenmeyle olmuyor. Olmuyor işte zorlamayın!

Serbest türde yazdığım için bazen çağrışımlarla yazıyorum. Bir dönem tarım toplumu olmaktan kaynaklanan biçimde toprağa, hayvanlara dair ince anlam ayrımlarına sahip yüzlerce kelimenin sahibi bir toplumuz. Bunu ifade ettik. Biz "asker millet" değil miydik? Günlük hayatta askerliğe dair neden neredeyse hiç kelimemiz yoktur? Bu mesele çok geniş bir analizi hak ediyor ama ben kabaca, kısaca ilk görüşümü yazayım. Sebep: korku. Duygudurum bozukluğu ve korku. Bu kadar savaşmış bir toplum, her bir erkek ferdi askere alınmış, uzun yıllarını "askerde" geçirmiş dedelere sahip bir kavim ancak korku ve duygudurum bozukluğu saikiyle gerçekte geçmişini unutmak istemiştir de günlük hayatına askerliğe dair neredeyse hiç bir kelime sokmamıştır. Bu bir ısrar ve kastın neticesi olsa gerek. Bir kenara çekilme, bir büyük şeylerle muhatap olmayı kaldıramama halinin, bir sinsiliğin, ikiyüzlü bir kaçışın göstergesi olsa gerek.

Uzun, çok uzun yıllarını askerlik mesleği içinde harcayan onca geçmiş nesil korktuğu, geçmişini unutmak istediği, fert planında yıprandığı, şartların dayağını yediği için olsa gerek ne bir şey öğrenmiş; hadi öğrenmiş diyelim, ne de öğrendiklerini etrafına ve çoluk çocuğuna aktarmıştır. Böyle desek olur mu? Bu durum ne türden bir "patoloji"ye işaret eder?

Onca dedelerimiz madem uzun yıllar askerlik yaptı, niçin döndüklerinde sivil hayatımıza bir organizasyon, iş birliği, sistem fikri akmadı? Özellikle "kara" Anadolu'da herhangi bir şehre baksanız şeksiz şüphesiz görürsünüz, on seneye ulaşan bir sinai, ticari ortaklık neredeyse mevcut değildir. Ana baba bir kardeşler arasında bile on seneyi geçmiş ortaklıklar bulmak handiyse mümkün değildir. Bir milyonu aşan nüfuslu şehirlerimizde bu ölçüde 10 şirket yoktur.

İster istemez akla Japonya geliyor. Aile ve klan şirketleri arasında üç yüz yaşın üzerinde olup da hâlâ işlemeye devam eden binlerce örnek var. Japonya'nın ve dünyanın en büyük bankacı gruplarından biri olan Mitsui şirketlerinin sahibi olan Mitsui Klanı'nın kurucu dedelerinden Mitsui Takatoshi dükkanını 1673 senesinde kuruyor. İşte o dükkanın devamı bugün bir bankacılık devi olan Mitsui grubu. Dörtbuçuk asırlık bir hikayeden bahsediyoruz. Çoğumuzun bunu anlayacak bir hayata bakış ciddiyeti var mıdır, gerçekten bilemiyoruz.
İkinci dünya savaşı sonrası Amerikan silindiri altında ezilen Japonya'nın görünen başarısının arkasında gerçek manada birlik kültürü var. Bu başarıda Japonların en iyilerini seçip örgütleyen Samurai (tipi) yapıların olmazsa olmaz pozisyonunu da ihmal etmeyelim. Yoksa anlayamayız. Çemişgezekspor'a bu kadar aşık olursak Barcelona'yı, Manchester'ı biraz zor anlarız. Nefs terbiyesinin önemli şartı arızasını, eksikliğini kabul etmektir. Kişi kendini bilmek gibi irfan olmaz. Yani anadolu irfanı diye önce "arızasını bilmek" öncelenmelidir.

Japonya ile ülkemizi tam olarak kıyaslayamayız diyenler elbette haklılar. Biz de benzeşen yönler üzerinden kıyas yapıyoruz zaten. Dayaksa mesele Japonlar da dayak yedi, biz de... Elbette bizim yediğimiz dayakların haddi hesabı yok ama aradan bunca nesil geçtiği halde hâlâ bu dayakların tesiri devam ediyorsa bu tesiri taşıyan günlük kültürün acilen terki gerekir. Kendimizi gaza getirmek, süperiz, hiperiz, "vay yerli kültürümüz" demek dükkanın bugünkü müşterilerini konsolide etmek amaçlıdır. Küçük esnaf tercihidir. Palyatiftir. Bu "kendini gazlama" kültürü bizi gerçek bir yere götürmeyecektir. Organize olmayı, gerçek manada üretimi, inovasyonu getirmeyen bir alt kültürün terkinin farz oğlu farz olduğu unutulmamalı.

Sahi, neden devleti ve askeri son yüzyıllarını daimi savaşla geçirmiş bir kavmin halkının günlük dilinde neredeyse hiç askerlik kaynaklı tabir yoktur? Niçin siyasi, ticari vb sebeplerle ihtiyaçtan övmek zorunda olunduğu düşünülen bu günlük kültürün ağır arızasını ifade edemiyoruz? İfade edemediğimiz bir arızanın tedavi edilebilmesi mümkün mü? Bazılarımızın müşteri övmek için görmezden geldiği, hatta bırakın görmezden gelmeyi matah özelliklermiş gibi övdüğü günlük alt kültür bir arızalar yumağı, bir hastalık olarak tanımlanmazsa işlerimiz nasıl düzelecek? Hastalığı tanımlamadan, hastaya hasta demeden doktorlar nasıl çalışacak?

Ezcümle, çetin sorularımız var. İşte bir tanesi: bu coğrafyada gerçek bir iş, oluş, yürüyüş temini niçin olağanüstü yüksek zeka ve eylem bütünlüğü gerektirmektedir? Bize "hem geçmiş zamanın, hem geleceğin çetin bilmecesi"* budur görünüyor. Budur..

* Sanki erdim çetin bilmecesine, / Hem geçmiş zamanın hem geleceğin... Nfk

Ahmet Kubilay 2018-03-30 13:47:51

YORUMLAR

  • 0 Yorum